Yeni taşındığı bu evde kasvetli
bir gece başlamıştı. Şehrin kenar mahallelerinden
birinde çok ucuza kiraladığı, içinde eski eşyaları ve
bazı antika mobilyaları olan geniş bir evdi burası.
Issız sayılabilecek bir muhitte bulunan ev tek katlıydı,
küçük ve her yerini otlar bürümüş bir bahçesi vardı ve
etrafında başka bir ev yoktu. Yalnızlığı sevdiği ve
bütçesine de uygun olduğunu düşündüğü için evin içini
bile görüp dolaşmadan kiralamıştı burayı. Evin mobilyalı
olması da hoşuna gitmişti, zira eşya taşıma derdinden
kurtulduğu gibi zaten çok fazla eşyası da yoktu. İçinde
giysilerinin ve birkaç kitabının olduğu bavulunu getirip
o gün eve yerleşmişti. Gündüz evin bir köşesinde gördüğü
antika kanepede uyuyup iyice dinlenmiş, gece çökerken de
uyanmıştı. Şimdiyse gecenin insanın içine sıkıntı veren
sessizliğinde evin içini incelemeye koyulmuştu.
Evin kaç odası olduğunu anlamak
için odaları dolaşmaya başladı. Ev gerçekten oldukça
eski olduğundan her odanın kapısı insanın içini ürperten
bir gıcırtıyla açılıyordu. “Kapıları iyice bir yağlamak
lazım!” diye düşündü. İçinde eski bir yatak ve
kahveringi ahşap bir dolap olan yatak odasını, daha
sonra da bir zamanlar depo olarak kullanıldığı belli
olan eski, yıpranmış, tozlanmış eşyaların konulduğu bir
odayı inceledikten sonra; gözü aniden koridorun
sonundaki bir odanın kapısına takıldı. Bu odanın kapısı
diğerlerinden farklıydı, diğer kapıların rengi açık krem
rengiyken bu kapı siyaha yakın gri bir renkteydi ve
kapalı kapının üzerinde kocaman bir anahtar vardı. Kapı
kilitliydi, ama anahtarı çevirince hiç zorluk çıkarmadan
–hatta en ufak bir gıcırtı sesi çıkarmadan- açıldı.
Buranın bir çalışma odası olduğu
odaya girer girmez anlaşılıyordu. Odanın bütün
duvarlarını boydan boya kaplayan bir kitaplık ve
kitaplığın raflarında da tozlanmış, sararmış, yıpranmış
binlerce kitap vardı. Raflardan birkaç kitabı alıp
sayfalarını gelişigüzel şekilde çevirip içlerine bir göz
attıktan sonra, gözü bir kitaba takıldı: Sırtında
bilmediği bir dilde yazılmış semboller vardı ve sanki
–diğer kitaplardan farklı olarak- hakiki deriden
yapılmış bir cildi varmış gibi duruyordu. Kitabı raftan
çekmesiyle birlikte yoğun bir toz tabakası üstüne
döküldü. Bunu dert etmedi. Kitabın tozunu üfledikten
sonra kapağına baktı; kapağında da bilmediği dilde bazı
harf ve semboller vardı. Ancak kitabın arka kapağını
çevirdiğinde “Ayna” yazdığını, sayfaları çevirdiğinde
ise kitabın tamamının kendi dilinde – yani Türkçe-
yazılmış olduğunu görüp hemen rastgele birkaç paragraf
okumaya başladı.
İlginç bir kitaptı; hem roman
gibiydi, hem de anlatı. Hem mistik bir yanı vardı, hem
de epik. Sanki kitap bir şeyler öğretmeye, daha doğrusu
bir şeyler anlatmaya, bir şeyler için uyarmaya
çalışıyormuş gibiydi. Kitabı biraz inceleyen biri, bu
kitabın insan beyninin karanlık köşelerini, insanın en
büyük düşmanının yine kendi beyni olduğunu, korkunun
zihni nasıl ele geçirdiğini anlattığını söyleyebilirdi.
Okudukça kitaba ilgisi daha da artıyordu. Satırlar sanki
ona fısıldıyor gibiydi.
Kitabı okumaya o kadar dalmıştı
ki; dışarıdan tüylerini diken diken eden bir köpek
havlaması duyduğunda saatin gece yarısını çoktan
geçtiğini ancak fark edebildi.
Tam o sırada kitaplığın duvarla
birleştiği köşede antika bir ayna olduğunu gördü.
Kenarları muhteşem şekilde ahşap oymalarla işlenmiş,
büyük bir aynaydı. Aynaya doğru birkaç adım adım attı ve
aynada kendini görmek için üzerine eğildi. Ancak aynanın
yıllardır silinmemiş tozlu yüzeyinde kendi yansımasını
zar zor seçebiliyordu. Birden… Birden yansımasında bir
gariplik fark etti: Gözleri… Gözleri kendi gözleri
değildi… Daha derin, daha karanlık bir şey bakıyordu
ona…
Korku beynini sarmıştı… Elinde
tuttuğu kitap yere düştü… Aynaya biraz daha yaklaşıp,
titreyen elleriyle yüzeyine dokundu. Soğuktu, ama sanki
içinde bir nabız atıyordu… Aniden aynadan bir el uzandı
ve onu içeri çekti…
Karanlık bir boşlukta buldu
kendini. Biraz önce dışarıdan duyduğu köpek havlamaları
artık iyice yakınlaşmış, etrafında yankılanıyordu.
Kitabın sayfaları havada uçuşuyor, her bir sayfada kendi
korkularının yazılı olduğunu görüyordu. “Kaçamazsın!”
diyordu bir ses beyninin içinden… Boğuluyordu, karanlık
onu sarıyor, ruhu sarsılıyor, yüreği sanki ağzında
atıyordu…
Tam bilincini ve umudunu yitirmek
üzereyken bir ışık parladı. Gözlerini açtığında yine
kitaplarla dolu odadaydı. Ayna kırılmış, yerde
paramparça duruyordu. Nefes nefese kalmıştı.
Kurtulduğunu düşündü; ama neden, niçin ve nasıl
kurtulduğunu hiç bilmiyordu.
Şaşkın şaşkın etrafına bakarken
ve yüreği hâlâ korkuyla titrerken dışarıdan yine o
korkunç köpek havlaması duyuldu. Ancak ses bu sefer çok
yakından geliyormuş gibiydi… Sanki kapının arkasından…
Evin içinden, odanın kapısının arkasından… İstemsiz bir
şekilde dönüp baktığında odanın kapısında yarı insan
yarı hayvan biçiminde siyaha çalan gri renkte bir silüet
gördü: Kendi yüzü, kendi gözleriydi bu… Ama aynadaki o
karanlık bakışla…
“Sen hiç aynadan çıkmadın,” dedi
silüet korkunç bir gülümsemeyle. “Hep oradaydın!”
Hem kapıdaki o şeyin ürperten
varlığı, hem de söylediği sözler tüm bedeninin buz
kesmesine, kanının donmasına neden olmuş, korkudan
dişleri kenetlenmişti. Silüet kapıda durup bembeyaz ama
biçimsiz dişleriyle kendisine gülerken, korkunç bir
rüyadan uyanmak istercesine bir çığlık attı, ama sesi
karanlıkta kayboldu… Üstelik… Kendisi de karanlıkta
kayboluyordu… Evet… Anlamıştı… Aynanın içindeydi… Ve
daha da kötüsü; o gözler odanın kapısında durmuş, hâlâ
kendisine bakıyordu… Kendi yüzü, kendi gözleriydi… Ama
daha derin, daha karanlık bir şey bakıyordu ona… Daha
derin, daha karanlık bir şey… Kendisinin yansıması… Daha
derin, daha karanlık…
|