Bir gün babamlara oturmaya gitmiştik. Babamların evi
bahçeliydi ve bahçesinde iki tekerlekli küçük bir
bisiklet dururdu. O zamanlar beş yaşında olan oğlum Can,
oraya her gidişimizde bu bisiklete binmeye bayılırdı.
Ancak bisiklet sürmeyi yeni öğrendiği için fazla
uzaklaşmadan kapının önünde bizim gözetimimizde binerdi
bisiklete.
O gün de Can yine bahçe kapısının önünde bisiklet
sürüyordu. Biz de hem onu gözlüyor hem de sohbet
ediyorduk. Bir ara nasıl olduysa gözden kayboldu. Fazla
uzaklaşmayacağını düşünerek çok da telaş etmedik, ancak
zaman geçip de ortalarda görünmeyince meraklandık. Ben,
izinsiz uzaklaştığı için biraz da kızmıştım. Sokaklarda
Can’ı aramaya başladım. Fakat bir türlü bulamıyordum.
Hem kaybolmasından duyduğum korku hem de uzaklaştığı
için Can’a olan kızgınlığım birbirine karışıyordu.
Epeyce bir aradım. Bu arada akşam oluyor, hava giderek
kararıyordu. Sonunda babamların evine çok uzak bir
tarlada buldum bisikletiyle bekleyen Can’ı. Çocuklar
futbol oynuyor, Can da durmuş onları izliyordu.
Çocukların oyunu ilgisini çekmiş, onları izlemeye dalmış
ve her şeyi unutmuştu. Ben oğlumu sağ salim bulunca
korkum ve telaşım gitmiş, bu duygularım yerini müthiş
bir kızgınlığa bırakmıştı. Artık bizden izinsiz buralara
kadar geldiği ve bizi merakta bıraktığı için ona
kızmaktan başka bir şey düşünemiyordum. Hızlı ve sert
adımlarla Can'a yaklaştım. O da beni karşısında görünce
yaptığı hatayı anlamış, benim sinirli hâlimi görüp
korkmuştu.
“Can, ne yapıyorsun burada? Ayıp değil mi? Bizi
telaşlandırıyorsun, korkutuyorsun!” diye bağırdım yüksek
sesle.
Can cevap vermeyince iyice kızdım.
“Çabuk yürü, eve gidince seni eşek sudan gelinceye kadar
döveceğim.”
Tabii ben hayatta oğluma el kaldırmış değilim ve böyle
bir şeyi düşünemem bile, ama o kızgınlıkla ağzımdan bu
sözler çıkmıştı. O zaman Can gözlerini kocaman açıp:
“Anlamadım?” dedi.
“Eşek sudan gelinceye kadar döveceğim seni!”
Can çok şaşırmıştı, bu deyimi ilk defa duyuyordu
sanırım.
“Kim sudan gelecek, baba?” diye sordu.
“Eşek,” dedim daha da kızarak.
“Eşek niye gitmiş de suya baba?” diye sordu çok saf bir
biçimde.
“Ne bileyim ben niye gitmiş…”
“Susamış mı?”
Ben konuyu kapatmak, Can’ı eve götürmek istiyordum. Ama
o daha da meraklanmış, çocukça merakını gidermek için
olanca saflığıyla sorularına devam ediyordu:
“Suya giden eşek gelinceye kadar dövmeyecek misin beni?”
Bir taraftan da eve doğru yürümeye başlamıştık.
“Baba,” dedi Can. “Eşek buralardaki bir çeşmede mi?”
Benim kızgınlığım artık geçmiş, Can’ın safça soruları
beni güldürmeye başlamıştı. O bir yandan devam ediyordu:
“Eşek nasıl bir eşek, buralarda eşek var mı, o eşeğe ben
de binebilir miyim, eşek de mi benim gibi top oynayan
ağabeylerin oyununa dalıp babası ona kızmış, bir daha
sözünü dinlersem o eşekle oynayabilir miyim?..”
Benim artık bütün kızgınlığım, korkum, telaşım geçmiş
kahkahalarla gülmeye başlamıştım. Can durmuyordu:
“Ne oldu da baba, niye gülüyorsun? Eşek ne renk, yoksa
rengi mi komik? Onu görünce ben de güler miyim?”
Eve gelinceye kadar bunun gibi onlarca soru...
Babamların evine vardığımızda ben hâlâ gülüyordum.
O gün Can’a bunun bir deyim olduğunu anlatıncaya kadar
bir sürü yeni soruyla karşılaştığımı söylememe gerek yok
sanırım.
Çocukların saflığını, biz büyüklerin süslenmiş,
doldurulmuş ve belki de yapaylaştırılmış dünyasından ne
kadar uzakta olduğunu, her şeye nasıl farklı
baktıklarını ve kızgınlığın boş ve geçici bir duygu
olduğunu ilk defa o zaman bu kadar farkına vararak
gördüm. Oğlumun sayesinde… |