ADAM BİR ŞEYLERE İNANIYORDU (ÖYKÜ) - Yazan: gitarisyen

gitarisyen

Aşk şarkıları söylemeyi bıraktığımız gün

her şeyimizi yitirdik biz. İşte o yüzden

hep aşk şarkıları söylüyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ADAM BİR ŞEYLERE İNANIYORDU

 

Yazan: gitarisyen

 

Adam bir şeylere inanıyordu. Babasının öğrettiği bir şeylere... Namusuyla para kazanmak vardı bu öğrettiklerinin içinde örneğin, hep doğru olmak vardı, hiç yalan söylememek vardı ne pahasına olursa olsun... İnsanları kullanmamak vardı, yaptığı bir işi sonuna kadar sabırla ve doğrulukla yapmak vardı, iki kuruşluk menfaatler uğruna insanları satmamak vardı... Vardı oğlu vardı... Adam bu “varoğluvar”lara inanıyordu...

Adam avukattı. İdealleri uğruna girmişti bu mesleğe. Ama sonra gördü ki; idealleriyle gerçekler hep çatışıyordu. Adam duygusaldı, yapamıyordu. Acıyordu insanlara. Yalanlar görüyordu, küçük çıkarlar görüyordu: Tiksiniyordu... “Acımasız ol!” diyorlardı adama. Ama adam bunun yanlış olduğuna inanıyordu. Babası yanlış öğretmiş olamazdı hayatı ona. Sadece para kazanmak değildi ki önemli olan... Peki niye herkesin tanrısı aynıydı ve neden herkesin tanrısı paraydı? Neden para kazanınca kimsenin günahı olmuyordu ve neden günahtan kaçarken parası olmuyordu?.. İçinde fırtınalar kopuyordu adamın. Bir müvekkilinin sözleri kulağında yankılanıp duruyordu: “Paran varsa kimse nereden geldiğine bakmaz, ama paran yoksa inan bana avukat bey seni karın bile tanımaz, hayatın alt üst olur”. Doğrulukla ve bu yürekle para kazanamayacağını; daha da önemlisi huzurlu olamayacağını anladı adam. Ve bir gün aniden mesleğini bıraktı...

Küçük bir dükkân açtı kendine gıda üzerine. Ama yine küçük dükkânında küçük menfaatlerin kurbanı olmuş, küçük insanlarla karşılaştı. Utanmadan onlara cevaplar verdi. Adam bu işlerin üstüne vazife olmadığını hiçbir zaman öğrenememişti zaten. Üstelik sermayesi de kısıtlıydı. Ve yürümedi o da... Bir gün... O işi de bıraktı...

Adamda mıydı yanlış? Herkesin yaptığı mı doğruydu? Huzur bu kadar zor muydu? Huzur paraya mı bağlıydı gerçekten? Herkes niye başarısız olduğunu düşünüyordu adamın? Madde neydi, para neydi? Para tanrıydı. Bunu anlamıştı adam... İnsanlar tanrılar yaratmıştı ceplerinde, ama o tanrılar insanlara tapmıyordu işte...

Yılmadı adam, müziği seviyordu; enstrüman çalıyordu ve çocuklara evinde özel dersler vererek geçimini sağlamaya çalışıyordu. Belki az kazanıyordu ama huzurluydu... Ya da kendisi öyle zannediyordu. Çevresinde sürekli bir baskı vardı bir iş bulması için. Oysa adam sevdiği bir işi yapıyordu. Üstelik sürekli olarak severek yapabileceği bir iş bakmıyor da değildi. Ama insanlar sabah gidip akşam geleceği, iyi para kazanacağı, sigortalı olabileceği bir iş bulmasını, bunun için çaba sarf etmesi gerektiğini sürekli yineliyorlardı adama... Adam başına gelecekleri biliyordu. Ve evden çıktığı an, iyi veya kötü bir iş bulabileceğini de biliyordu.

Bunaldı adam. Bir gün ani bir karar verip evden çıktı ve büyük bir firmaya gitti. Bu firmanın adamın mesleğiyle, sevdikleriyle, ilgi alanlarıyla  hiçbir ilgisi yoktu. Sadece bir ilan görüp anlık bir kararla gitmişti firmaya. Firmanın sahibiyle konuşup çalışmak istediğini söyledi. Şirketin sahibi çok iyi davrandı adama. İşe başlamak için kısa bir deneme süresi kararlaştırdılar. Adam hemen orta düzey yönetici pozisyonunda işe başladı. Adam bu yüzden, az da olsa para kazandığı müzik öğrencilerinin derslerini iptal etti. Ve pazar günleri de dâhil olmak üzere gece geç saatlere kadar çalışmaya başladı. İş ağırdı, stresliydi, çalışan elemanların sorumluluğu ve sorunları çoktu. Bunlar belki aşılabilirdi. Ama yine bir şeyler yanlış gidiyordu adama göre: Adamın karakterinden ödün vermesi gereken şeyler oluyordu: Çoğuna göre küçük ve alışılmış olan yalanlar, adam kayırmalar, çıkarlar söz konusu oluyordu çoğu zaman. Adamın müşteri ilişkilerinde karakterini saklaması gerektiği, örneğin Atatürkçü ise yeri geldiğinde müşteriye göre Atatürk düşmanı gibi davranması gerektiği bile tavsiye edilebiliyordu. Kısaca burada çoğunuzun ilgisini çekmeyeceğini düşündüğüm ama adamı oldukça yaralayan şeyler oluyordu çalıştığı yerde... Adamı bunlar yoruyordu. Adam çoğu zaman geç vakitte eve yorgun argın geliyordu. Ama eşi bir dediğini iki etmemeye başlamıştı. Eskiden adamın hoş görmediği davranışlarını hoşgörüyle karşılamaya başlamıştı. Adam yaşadığı iç sıkıntısını paylaşmak istiyordu. Ama bir türlü anlatamıyordu derdini. Her defasında eşinden aldığı yanıt “Sıkıntısız iş yok”tu. Adam bunu bilmiyor değildi ki... O sadece babasının kendisine öğrettiği ve kendisinin sonuna kadar inandığı şeylerin yavaş yavaş yok olmasından, kendisinin de zamanla bencil, hileci, çıkarcı, kimseyi düşünmeyen, yalancı bir insan olmasından korkuyordu. Bir aya yakın çalıştıktan sonra işi bırakmayı düşündü adam. Yine sorunlar başladı çevresiyle... Eşinin suratının bir karış olduğunu gördü. Adam bir zamanlar avukatken müvekkilinin söylediği sözü hatırladı tekrar. Ne kadar doğru söylemişti adam: "Para kazan da nasıl kazanırsan kazan, yoksa karın bile sana düşman olur." Çalışmanın gücü dedikleri şey bu muydu? İş hayatı bu muydu? Yoksa geri zekâlı olan, hayatı kavrayamayan, insanların tanrısını tanıyamayan adam mıydı?..

Neydi yanlış giden? Oysa el attığı her işi en ince ayrıntısına kadar inceleyip, mükemmel bir şekilde başarmaya çalışan o değil miydi? Yoksa bir rüya mı görmüştü? Ya da bir rüyaya mı yatması gerekiyordu gözlerini kapayıp?..

Birden fark etti adam: YALNIZDI... Her zaman yalnızdı... Kızdı kendisine: Belki de kendisi aptaldı, bencildi; kendisini yalnız bırakan kendisiydi... Evet, kesinlikle öyleydi... Ne yapacağını bilemiyordu... 37 yaşına kadar boşuna yaşamış, bu senelerin sonunda birdenbire kendini tanımıştı... Beceriksiz, yalancı, kendini kandıran, tembel, çıkarcı olanın aslında kendisi olduğunu anlamıştı... Bir de babası vardı adamın; bir zamanlar adama bir şeyler öğretmişti... Ama adam yanılıyor olabilirdi; belki babası ona böyle şeyler öğretmemişti... Belki de adam bir düş görmüştü çocukluğunda... Babası niye oğlunun mutsuzluğunu istemiş olsun ki? Kesinlikle yanlış hatırlıyordu adam: Babası ona böyle şeyler öğretmiş olamazdı... Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı adam... Hayatı beceremiyordu: ZAYIFTI VE YALNIZDI... Hiç kimseyi, hiçbir şeyi sevmediğini fark etti... Kendisinden nefret mi etmeliydi? Bu ruh bu bedene nasıl girmişti? Ruhu neden bedenine dar geliyordu? Yalnızdı... Yalnız yaşamayı becerememişti... Peki yalnız ölmeyi becerebilecek miydi? Arabaya atlayıp deli gibi hız yapıp bir duvara çarpsa ne olurdu acaba? Hayır, olmazdı! Çünkü araba bile eşinin üzerineydi ve çok büyük maddi hasar olurdu arabada. Ölen bir insan iki gün sonra unutulurdu ama, arabadaki maddi hasar için arkasından çok konuşulurdu herhalde... Gecenin içinde kendi kendine deliler gibi güldü adam... Gecenin de kendine güldüğünü fark etti: Küfür etti geceye... Masanın üstünde bir bıçağın gülümsediğini gördü sonra kendine. Eli bıçağa gitti... Lanet olsun, yapamıyordu... Yaşamayı becerememiş bir insan, ölmeyi nasıl becerecekti ki?..

Ağladı, ağladı, ağladı... Gece yarısı yavaşça oturduğu yerden kalkıp oğlunun yattığı odaya gitti. Onu öptü usulca. Düşündü: Babasının ona öğrettiği şeyleri adam da oğluna öğretmeye çalışmıştı. “Çocuğum da mı benim gibi beceremeyecek yoksa hayatı?” diye düşündü... Gözlerindeki yaş, uyuyan oğlunun yanağına düştü. Çocuk gülümsedi uykusunda. Adam daha fazla dayanamadı. Ayrıldı oğlunun odasından. İçini dökmek istiyordu, bilgisayarının başına geldi... Onu, onun kulağıyla kimse dinlememişti bugüne kadar... Hissettiklerini yazacak, bilgisayarındaki bu yazıyı açık bırakacak ve yazıyı bitirir bitirmez de çıkıp gidecekti... Gülümsedi birden: Artık çevresindeki herkes mutlu olacaktı... Onları üzmeyecekti bir daha... Ne yapacağı, nereye gideceği önemli değildi adamın... Eşinin hediyesi olan kol saatini ve cep telefonunu çıkarıp masaya koydu... Bilgisayarında bugüne kadar hiç hoşlanmadığı arabesk türü bir parça çalıyordu. “Şu arabesk, aslında o kadar da kötü bir müzik değilmiş!” dedi kendi kendine...

Ve yazmaya başladı adam ilk cümlelerini: “Adam bir şeylere inanıyordu. Babasının öğrettiği bir şeylere...”

Bir yandan yazıyor, bir yandan nereye gideceğini, ne yapacağını düşünüyordu... Sokaklarda çullar, çaputlar içinde insanlar görüyordu bazen. Acaba bir ay kadar yakın mıydı bu kader, yoksa bir hafta mı? “Düşünmemeliyim,” diye düşündü: “Ben bir hiçim ve hiçler düşünmez. Ben yokum bu dünyada ve dünyada olmayan bir varlık dünyayı düşünemez..."

Yazmayı bitirdi adam. Bir yudum su içti. Aynanın karşısına geçip kendine baktı; aynada görünenin ötesini gördü, ötesini düşündü. Ağlattığı insanları düşündü sonra, onun yüzünden acı çekenleri, eşini, çocuğunu... Hayır, hayır, çocuğu engel olmamalıydı gitmesine... Son bir defa daha çocuğunun odasına girmemeye söz verdi kendi kendine: Gidemeyeceğinden korkuyordu...

Usulca kapıyı çekip gidecekti adam; gecenin içinde kaybolacaktı. Kendisi bile bilmeyecekti nereye gittiğini... (Babası ona bir şeyler öğretmişti bir zamanlar...) Bilgisayardaki yazı açık kalacaktı... (Babası ona yalan söylememeyi öğretmişti bir zamanlar...) Bilgisayardaki yazıyı sabah eşi okuyacaktı... (Babası ona dürüst olmayı, vicdan azabı çekecek hiçbir şey yapmamayı öğretmişti bir zamanlar...) Ah, peki neden vicdan azapları içinde kıvranıyordu adam?.. Bağırmak istedi, bağıramadı: Evde uyuyanları uyandırabilirdi...

"Burada bitiyor senin kahrolası maceran," dedi kendi kendine. Ve son cümlelerini yazdı, ama adını yazmadı altına. Adamın bir adı vardı; herkesinki gibi bir adı... Adı ne miydi? Boş verin... O çoktan boş verdi adına...

Kalktı, üstünü giyindi. Kış geliyordu; havalar iyice soğuyacaktı. Dayanabildiği kadar uzun süre dayanmalıydı kışa. Cebini yokladı, çıkardığı bozuk paralara baktı. Güldü... 150.000 TL. Yeni paraya göre 15 yeni kuruş... “Sokakta bir dilenciye veririm,” diye düşündü... Kalktı yerinden...

Gidecekti... Kendinden kaçacaktı... Ve bu yazıyı okuyanlar adamdan geriye kalan tek şey olan şu cümlelerle karşılaşacaktı:

"Adam bir şeylere inanıyordu. Babasının öğrettiği bir şeylere... Namusuyla para kazanmak vardı bu öğrettiklerinin içinde örneğin, hep doğru olmak vardı, hiç yalan söylememek vardı ne pahasına olursa olsun... İnsanları kullanmamak vardı, yaptığı bir işi sonuna kadar sabırla ve doğrulukla yapmak vardı, iki kuruşluk menfaatler uğruna insanları satmamak vardı..."

Yukarda da dedim ya: Adam ZAYIFTI, YALNIZDI, SAFTI VE HÂLÂ İNANMAMASI GEREKEN ŞEYLERE İNANIYORDU...

 

(Kasım 2005)
gitarisyen
(M. Feridun Gülsan)
"ÖYKÜLERİM"
Menüsüne Git

 

"EDEBİYAT"
Ana Menüsüne Git

 

"ANA SAYFA"YA GİT

 

 

Site Tasarımı: gitarisyen © 2011