|
Adam bir şeylere inanıyordu. Babasının öğrettiği bir
şeylere... Namusuyla para kazanmak vardı bu
öğrettiklerinin içinde örneğin, hep doğru olmak vardı,
hiç yalan söylememek vardı ne pahasına olursa olsun...
İnsanları kullanmamak vardı, yaptığı bir işi sonuna
kadar sabırla ve doğrulukla yapmak vardı, iki kuruşluk
menfaatler uğruna insanları satmamak vardı... Vardı oğlu
vardı... Adam bu “varoğluvar”lara inanıyordu...
Adam avukattı. İdealleri uğruna girmişti bu mesleğe. Ama
sonra gördü ki; idealleriyle gerçekler hep çatışıyordu.
Adam duygusaldı, yapamıyordu. Acıyordu insanlara.
Yalanlar görüyordu, küçük çıkarlar görüyordu:
Tiksiniyordu... “Acımasız ol!” diyorlardı adama. Ama
adam bunun yanlış olduğuna inanıyordu. Babası yanlış
öğretmiş olamazdı hayatı ona. Sadece para kazanmak
değildi ki önemli olan... Peki niye herkesin tanrısı
aynıydı ve neden herkesin tanrısı paraydı? Neden para
kazanınca kimsenin günahı olmuyordu ve neden günahtan
kaçarken parası olmuyordu?.. İçinde fırtınalar kopuyordu
adamın. Bir müvekkilinin sözleri kulağında yankılanıp
duruyordu: “Paran varsa kimse nereden geldiğine bakmaz,
ama paran yoksa inan bana avukat bey seni karın bile
tanımaz, hayatın alt üst olur”. Doğrulukla ve bu yürekle
para kazanamayacağını; daha da önemlisi huzurlu
olamayacağını anladı adam. Ve bir gün aniden mesleğini
bıraktı...
Küçük bir dükkân açtı kendine gıda üzerine. Ama yine
küçük dükkânında küçük menfaatlerin kurbanı olmuş, küçük
insanlarla karşılaştı. Utanmadan onlara cevaplar verdi.
Adam bu işlerin üstüne vazife olmadığını hiçbir zaman
öğrenememişti zaten. Üstelik sermayesi de kısıtlıydı. Ve
yürümedi o da... Bir gün... O işi de bıraktı...
Adamda mıydı yanlış? Herkesin yaptığı mı doğruydu? Huzur
bu kadar zor muydu? Huzur paraya mı bağlıydı gerçekten?
Herkes niye başarısız olduğunu düşünüyordu adamın? Madde
neydi, para neydi? Para tanrıydı. Bunu anlamıştı adam...
İnsanlar tanrılar yaratmıştı ceplerinde, ama o tanrılar
insanlara tapmıyordu işte...
Yılmadı adam, müziği seviyordu; enstrüman çalıyordu ve
çocuklara evinde özel dersler vererek geçimini sağlamaya
çalışıyordu. Belki az kazanıyordu ama huzurluydu... Ya
da kendisi öyle zannediyordu. Çevresinde sürekli bir
baskı vardı bir iş bulması için. Oysa adam sevdiği bir
işi yapıyordu. Üstelik sürekli olarak severek
yapabileceği bir iş bakmıyor da değildi. Ama insanlar
sabah gidip akşam geleceği, iyi para kazanacağı,
sigortalı olabileceği bir iş bulmasını, bunun için çaba
sarf etmesi gerektiğini sürekli yineliyorlardı adama...
Adam başına gelecekleri biliyordu. Ve evden çıktığı an,
iyi veya kötü bir iş bulabileceğini de biliyordu.
Bunaldı adam. Bir gün ani bir karar verip evden çıktı ve
büyük bir firmaya gitti. Bu firmanın adamın mesleğiyle,
sevdikleriyle, ilgi alanlarıyla hiçbir ilgisi
yoktu. Sadece bir ilan görüp anlık bir kararla gitmişti
firmaya. Firmanın sahibiyle konuşup çalışmak istediğini
söyledi. Şirketin sahibi çok iyi davrandı adama. İşe
başlamak için kısa bir deneme süresi kararlaştırdılar.
Adam hemen orta düzey yönetici pozisyonunda işe başladı.
Adam bu yüzden, az da olsa para kazandığı müzik
öğrencilerinin derslerini iptal etti. Ve pazar günleri
de dâhil olmak üzere gece geç saatlere kadar çalışmaya
başladı. İş ağırdı, stresliydi, çalışan elemanların
sorumluluğu ve sorunları çoktu. Bunlar belki
aşılabilirdi. Ama yine bir şeyler yanlış gidiyordu adama
göre: Adamın karakterinden ödün vermesi gereken şeyler
oluyordu: Çoğuna göre küçük ve alışılmış olan yalanlar,
adam kayırmalar, çıkarlar söz konusu oluyordu çoğu
zaman. Adamın müşteri ilişkilerinde karakterini
saklaması gerektiği, örneğin Atatürkçü ise yeri
geldiğinde müşteriye göre Atatürk düşmanı gibi
davranması gerektiği bile tavsiye edilebiliyordu. Kısaca
burada çoğunuzun ilgisini çekmeyeceğini düşündüğüm ama
adamı oldukça yaralayan şeyler oluyordu çalıştığı
yerde... Adamı bunlar yoruyordu. Adam çoğu zaman geç
vakitte eve yorgun argın geliyordu. Ama eşi bir dediğini
iki etmemeye başlamıştı. Eskiden adamın hoş görmediği
davranışlarını hoşgörüyle karşılamaya başlamıştı. Adam
yaşadığı iç sıkıntısını paylaşmak istiyordu. Ama bir
türlü anlatamıyordu derdini. Her defasında eşinden
aldığı yanıt “Sıkıntısız iş yok”tu. Adam bunu bilmiyor
değildi ki... O sadece babasının kendisine öğrettiği ve
kendisinin sonuna kadar inandığı şeylerin yavaş yavaş
yok olmasından, kendisinin de zamanla bencil, hileci,
çıkarcı, kimseyi düşünmeyen, yalancı bir insan
olmasından korkuyordu. Bir aya yakın çalıştıktan sonra
işi bırakmayı düşündü adam. Yine sorunlar başladı
çevresiyle... Eşinin suratının bir karış olduğunu gördü.
Adam bir zamanlar avukatken müvekkilinin söylediği sözü
hatırladı tekrar. Ne kadar doğru söylemişti adam: "Para
kazan da nasıl kazanırsan kazan, yoksa karın bile sana
düşman olur." Çalışmanın gücü dedikleri şey bu muydu? İş
hayatı bu muydu? Yoksa geri zekâlı olan, hayatı
kavrayamayan, insanların tanrısını tanıyamayan adam
mıydı?..
Neydi yanlış giden? Oysa el attığı her işi en ince
ayrıntısına kadar inceleyip, mükemmel bir şekilde
başarmaya çalışan o değil miydi? Yoksa bir rüya mı
görmüştü? Ya da bir rüyaya mı yatması gerekiyordu
gözlerini kapayıp?..
Birden fark etti adam: YALNIZDI... Her zaman yalnızdı...
Kızdı kendisine: Belki de kendisi aptaldı, bencildi;
kendisini yalnız bırakan kendisiydi... Evet, kesinlikle
öyleydi... Ne yapacağını bilemiyordu... 37 yaşına kadar
boşuna yaşamış, bu senelerin sonunda birdenbire kendini
tanımıştı... Beceriksiz, yalancı, kendini kandıran,
tembel, çıkarcı olanın aslında kendisi olduğunu
anlamıştı... Bir de babası vardı adamın; bir zamanlar
adama bir şeyler öğretmişti... Ama adam yanılıyor
olabilirdi; belki babası ona böyle şeyler
öğretmemişti... Belki de adam bir düş görmüştü
çocukluğunda... Babası niye oğlunun mutsuzluğunu istemiş
olsun ki? Kesinlikle yanlış hatırlıyordu adam: Babası
ona böyle şeyler öğretmiş olamazdı... Hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladı adam... Hayatı beceremiyordu: ZAYIFTI
VE YALNIZDI... Hiç kimseyi, hiçbir şeyi sevmediğini fark
etti... Kendisinden nefret mi etmeliydi? Bu ruh bu
bedene nasıl girmişti? Ruhu neden bedenine dar
geliyordu? Yalnızdı... Yalnız yaşamayı becerememişti...
Peki yalnız ölmeyi becerebilecek miydi? Arabaya atlayıp
deli gibi hız yapıp bir duvara çarpsa ne olurdu acaba?
Hayır, olmazdı! Çünkü araba bile eşinin üzerineydi ve
çok büyük maddi hasar olurdu arabada. Ölen bir insan iki
gün sonra unutulurdu ama, arabadaki maddi hasar için
arkasından çok konuşulurdu herhalde... Gecenin içinde
kendi kendine deliler gibi güldü adam... Gecenin de
kendine güldüğünü fark etti: Küfür etti geceye...
Masanın üstünde bir bıçağın gülümsediğini gördü sonra
kendine. Eli bıçağa gitti... Lanet olsun, yapamıyordu...
Yaşamayı becerememiş bir insan, ölmeyi nasıl becerecekti
ki?..
Ağladı, ağladı, ağladı... Gece yarısı yavaşça oturduğu
yerden kalkıp oğlunun yattığı odaya gitti. Onu öptü
usulca. Düşündü: Babasının ona öğrettiği şeyleri adam da
oğluna öğretmeye çalışmıştı. “Çocuğum da mı benim gibi
beceremeyecek yoksa hayatı?” diye düşündü...
Gözlerindeki yaş, uyuyan oğlunun yanağına düştü. Çocuk
gülümsedi uykusunda. Adam daha fazla dayanamadı. Ayrıldı
oğlunun odasından. İçini dökmek istiyordu,
bilgisayarının başına geldi... Onu, onun kulağıyla kimse
dinlememişti bugüne kadar... Hissettiklerini yazacak,
bilgisayarındaki bu yazıyı açık bırakacak ve yazıyı
bitirir bitirmez de çıkıp gidecekti... Gülümsedi birden:
Artık çevresindeki herkes mutlu olacaktı... Onları
üzmeyecekti bir daha... Ne yapacağı, nereye gideceği
önemli değildi adamın... Eşinin hediyesi olan kol
saatini ve cep telefonunu çıkarıp masaya koydu...
Bilgisayarında bugüne kadar hiç hoşlanmadığı arabesk
türü bir parça çalıyordu. “Şu arabesk, aslında o kadar
da kötü bir müzik değilmiş!” dedi kendi kendine...
Ve yazmaya başladı adam ilk cümlelerini: “Adam bir
şeylere inanıyordu. Babasının öğrettiği bir şeylere...”
Bir yandan yazıyor, bir yandan nereye gideceğini, ne
yapacağını düşünüyordu... Sokaklarda çullar, çaputlar
içinde insanlar görüyordu bazen. Acaba bir ay kadar
yakın mıydı bu kader, yoksa bir hafta mı?
“Düşünmemeliyim,” diye düşündü: “Ben bir hiçim ve hiçler
düşünmez. Ben yokum bu dünyada ve dünyada olmayan bir
varlık dünyayı düşünemez..."
Yazmayı bitirdi adam. Bir yudum su içti. Aynanın
karşısına geçip kendine baktı; aynada görünenin ötesini
gördü, ötesini düşündü. Ağlattığı insanları düşündü
sonra, onun yüzünden acı çekenleri, eşini, çocuğunu...
Hayır, hayır, çocuğu engel olmamalıydı gitmesine... Son
bir defa daha çocuğunun odasına girmemeye söz verdi
kendi kendine: Gidemeyeceğinden korkuyordu...
Usulca kapıyı çekip gidecekti adam; gecenin içinde
kaybolacaktı. Kendisi bile bilmeyecekti nereye
gittiğini... (Babası ona bir şeyler öğretmişti bir
zamanlar...) Bilgisayardaki yazı açık kalacaktı...
(Babası ona yalan söylememeyi öğretmişti bir
zamanlar...) Bilgisayardaki yazıyı sabah eşi
okuyacaktı... (Babası ona dürüst olmayı, vicdan azabı
çekecek hiçbir şey yapmamayı öğretmişti bir zamanlar...)
Ah, peki neden vicdan azapları içinde kıvranıyordu
adam?.. Bağırmak istedi, bağıramadı: Evde uyuyanları
uyandırabilirdi...
"Burada bitiyor senin kahrolası maceran," dedi kendi
kendine. Ve son cümlelerini yazdı, ama adını yazmadı
altına. Adamın bir adı vardı; herkesinki gibi bir adı...
Adı ne miydi? Boş verin... O çoktan boş verdi adına...
Kalktı, üstünü giyindi. Kış geliyordu; havalar iyice
soğuyacaktı. Dayanabildiği kadar uzun süre dayanmalıydı
kışa. Cebini yokladı, çıkardığı bozuk paralara baktı.
Güldü... 150.000 TL. Yeni paraya göre 15 yeni kuruş...
“Sokakta bir dilenciye veririm,” diye düşündü... Kalktı
yerinden...
Gidecekti... Kendinden kaçacaktı... Ve bu yazıyı
okuyanlar adamdan geriye kalan tek şey olan şu
cümlelerle karşılaşacaktı:
"Adam bir şeylere inanıyordu. Babasının öğrettiği bir
şeylere... Namusuyla para kazanmak vardı bu
öğrettiklerinin içinde örneğin, hep doğru olmak vardı,
hiç yalan söylememek vardı ne pahasına olursa olsun...
İnsanları kullanmamak vardı, yaptığı bir işi sonuna
kadar sabırla ve doğrulukla yapmak vardı, iki kuruşluk
menfaatler uğruna insanları satmamak vardı..."
Yukarda da dedim ya: Adam ZAYIFTI, YALNIZDI, SAFTI VE
HÂLÂ İNANMAMASI GEREKEN ŞEYLERE İNANIYORDU... |