|
Bana "Bu filmi bir tek cümle ile özetle" deseler sanırım
"realizmin sıradanlığının şiirselliği" derdim. :) (İlk
havalı cümlemi de kurmuş oldum böylece, vatana millete
hayırlı uğurlu olsun.) :) Şaka bir yana, evet, film
sıradan bir öyküyü anlatıyor. Filipinler'de koruyucu /
bakıcı ailelik yapan bir kadının sabahın erken
saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar olan ve üç
yıldır koruyucu olarak baktığı John-John adlı çocuğu
Amerikalı bir çifte evlatlık vereceği günün öyküsünü
anlatıyor. Film o kadar sıradan ve o kadar "önemsiz"miş
gibi çekilmiş ki, bu nedenle filmin içinde gerçek hayatı
ve kendinizi buluyorsunuz. Sanki oyuncular rol
yapmamışlar, sanki sahnelere gizli bir kamera konmuş ve
oyuncular bundan habersiz gerçek hayatlarını oynamışlar
gibi...
Genelde ödül almış filmler yanıltır beni. Ya da daha
açık ve sübjektif bir şekilde ifade etmem gerekirse,
beni pek sarmaz. Ya bir mesajları olmak zorundadır
çünkü, ya da "sanat sanat içindir" anlayışını uç
noktalarda zorlayarak bana hafakanlar bastırtan birkaç
saat geçirmeme neden olurlar. Bu yüzden -kendi açımdan-
ödül almış filmlere temkinli yaklaşırım hep. Ancak bu
sefer öyle olmadı. Foster Child (Nam-ı diğer
"John-John") ilk dakikalarda -belki de hayatın olağan
akışındaki koşturmacasıyla beni karşıladığı için- filmi
izlerken yorulacağımı ve çok acemice çekildiğini
düşünmüştüm. Ama bu düşüncem de en fazla beş dakika
sürdü ve filmin sonunda kendimi filmin içinde değil de,
filmi (ve bununla birlikte filmin amatör ruhlu
gerçekçiliğini) kendi içimde buldum.
Film -yer yer duygusallık barındırmasına rağmen-
duygusal değil, yine yer yer mizah barındırmasına rağmen
"komedi" de değil. Hatta film "macera", "gerilim",
"dram" da değil. Bana göre bildiğimiz hiçbir türde
değil. Belki "gerçek hayattan bir yaşanmışlık"
denebilir. Ya da bir "anı". Filipinlerde bir ailenin
etrafında gelişen olağan yaşamı görüyorsunuz filmde,
şehrin gürültüsünü görüyorsunuz, insanların
koşturmasını, konuşmasını, yaşamasını, hüzünlerini,
dertlerini görüyorsunuz.
Dediğim gibi film çok basit bir anlatıma sahip. Ama en
güzel şeyler basitlikten çıkmaz mı? Ve en zor şey, bu
basitliği yakalayabilmek değil mi?
Filmin en güzel yanlarından birisi de, duygusal ve
estetik anlamda insanı çok etkilememesi.
Etkilenmiyorsunuz; çünkü -araştırdığım kadarıyla-
Filipinlerdeki doğal yaşamın ve gerçeğin bu olduğunu
biliyorsunuz. Filmden sonra gözünüzün önünde süslü
şeyler kalmıyor. Oralarda, o çevrede her gün
yaşanabilecek olaylardan bir güne tanık olup
izliyorsunuz sadece. Oradaymışçasına... Bu yüzden de
filmin yönetmenleri, oyuncuları, senaryosu, kurgusu v.b.
gibi şeyler üzerinde durmak istemiyorum. Ancak şu
kadarını söylemek istiyorum; film boyunca genel olarak
kameranın oyuncuların her hareketini, yürüyüşünü, kaşık
tutuşunu, sağa-sola bakışını takip etmesi çok hoşuma
gitti. (Filmde en çok kameramanın yorulduğunu
düşünüyorum.)
Belki film, arada sırada yediğiniz çok güzel bir pasta
tadı bırakmıyor ağzınızda. Ama bir "ekmek" ya da "su"
tadı bırakıyor. Yemekten zevk almasak bile, yaşamak için
her gün yememiz gereken ekmeğin ya da içmemiz gereken
suyun tadı...
NOT: Böylelikle eski ünlü siyasetçilerimizden
biri gibi, film hakkında bir sürü şey konuşup hiçbir
şeyden bahsetmemeyi de becermiş oldum sanırım. :) |