|
Alman sinemasının önemli isimlerinden Tom Tykwer'i "Koş
Lola Koş" ve "Koku: Bir Katilin Hikâyesi" gibi ses
getiren filmlerin yönetmeni olarak tanıyoruz.
Filmografisinin başlarında yönetmenliğini üstlendiği
"Ölümcül Maria" (Die tödliche Maria) da, Tom Tykwer'in
en sıra dışı, kışkırtıcı, rahatsız edici ve zorlayıcı
filmlerinden biri.
Hemen başta şunu söylemekte yarar var: Bilinçli olarak
boğucu bir atmosfere sahip olan, durgun, sıradanlığı
tekrarlayan ama aynı zamanda hızla akan bu filmi izlemek
bazı izleyicileri zorlayıp sıkabilir. Gerilim, dram,
hatta romantizm ve trajedi türlerini barındırdığı
söylenebilecek film psikolojik bir roman okurken alınan
tadı veriyor. Filmin başlamasıyla birlikte (iç seslerle)
olayların (ve filmde kurulan dünyanın) içine sıkıntıyla
giriyor, oradan çıkmak için çabaladıkça daha çok merak
ediyor ve rahatlayabilmek için filmin bitmesini
bekliyorsunuz. Ancak film bittikten sonra üzerinize
çöken rahatlama duygusu sadece yapay bir aldatmacadan
ibaret kalıyor. Çünkü aslında o dünyadan çıkamıyorsunuz
ve sorular, sorunlar günlük yaşamınıza bu filmle
birlikte biraz daha artarak girmiş oluyor.
Film, Maria adında, kocası ve felçli babası tarafından
kuşatılmış, hayali bir isme yazıp hiçbir zaman
göndermediği mektuplarına ve bir kaçış olarak gördüğü
sıradan böceklerden oluşturduğu koleksiyonuna sığınan
bir kadının bunalımını, kendinden ve kendine kaçışını,
psikolojisini, dramını, iç dünyasını ve çelişkilerini
anlatıyor. Bu kuşatılmışlıkta ve özgür hapishanesinde
mahkûm olan Maria'nın karşı komşusuyla yaşayacağı
olaylar ise, beraberinde tekrar hem psikolojik hem de
gerilim dolu sorunlar getiriyor.
Alman sinemasının güçlü dram ve karakter oyuncularından
olan Nina Petri'yi Maria rolünde gerçekten çok başarılı
buldum. Merly Streepvari bir yüz ifadesine sahip olan bu
bayan oyuncu; kıstırılmış, kaçışı olmayan, zayıf görünen
(ama aslında iç dünyasında potansiyel bir gücü
barındıran) Maria rolüyle öyle bir bütünleşmiş ve bu
zayıf karakteri öyle güçlü oynamış ki, film boyunca Nina
Petri'nin oyunculuğu her yeri doldurup diğer
karakterleri gölgede bırakıyor.
Sorgulayan, sorgulatan, (ve en önemlisi) kendince yorum
yapmayıp sadece atmosferi yansıtan bu filmde hiçbir
karaktere kızamıyor, acıyamıyor, hatta sevemiyor ve
kendinize hiçbir karakteri yakın hissetmiyorsunuz. (En
azından ben böyle hissettim.) Sadece bir rüya
görüyormuşçasına olaylara müdahale edemeden filmin içine
giriyor ve rüyanız nereye giderse siz de onu
yaşıyorsunuz.
Şunu da tekrar söylemekte yarar görüyorum: Anlatımı,
üslubu, çekimi, oluşturulan atmosferi ve müzikleriyle
değişik bir şekilde kotarılmış bu ödüllü film; bilinçli
boğuculuğu, huzursuzluğu, gerçekçiliği ve hatta
acımasızlığı ile bazı izleyiciler için sıkıcı,
zorlayıcı, rahatsız edici ve (hem filmle hem de
kendileriyle) mücadele gerektiren bir film olabilir. Ama
yine de bir insanın iç dünyasını neredeyse edebi bir
lezzetle yansıtmadaki başarısı açısından bir göz
atılmasının faydalı olduğunu düşünüyorum.
|